Sayfalar

2010’lu Yıllarda Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Konferansı



Öykü Tümer / 25 Ocak 2011

Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı 15 Ocak 2011 tarihinde “Kadına Yönelik Şiddeti Önlemek için Köprüler Kurmak Projesi” kapsamında “2010’lu Yıllarda Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Konferansı” düzenledi.

Konferansın açılış konuşmalarını TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Başkanı Güldal Akşit, Avrupa Birliği Komisyonu Türkiye Delegasyonu Sivil Toplum Dairesi Başkan Yardımcısı Domenica Buma ve ODTÜ Sosyoloi Bölümü’nden Yakın Ertürk yaptı.

Yakın Ertürk konuşmasına “kadına yönelik şiddet” kavramının kamunun diline girmesinin yirmi yıllık bir tarihi olduğuna ve bu zaman zarfı içinde çok ciddi kazanımlar elde edildiğine vurgu yaparak başladı. Yasalar ve uluslararası antlaşmalarda, bugün, kadına yönelik şiddetin göz ardı edilemediğini ve bu değişikliklerin kadınların verdikleri mücadeleler sonucu gerçekleştiğini söyledi. Ertürk, bu değişikliklere rağmen kadına yönelik şiddetin hala nüfus edilmesi zor bir alan olduğunu belirtti. Ertürk’e göre bu durumun nedenlerinden biri veri ve gösterge yetersizliği; yerel ve uluslararası düzeyde yapılmış çalışmalar son derece sınırlı. (Türkiye’de bu alanda yapılan en kapsamlı çalışma Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı rapor[1].) İkinci neden ise kadına yönelik şiddetin tanımı konusunda yaşanan sıkıntı. Konferans boyunca pek çok konuşmacının da tekrar edeceği üzere, kadına yönelik şiddetin Türkiye bağlamında nasıl tanımlanabileceği konusunda henüz yeterince çalışma yapılmamış durumda. Ertürk’e göre tanım eksikliği kadına yönelik şiddetin çeşitli hatalı varsayımlar üzerinden konuşulmasına neden oluyor. Bu varsayımlardan biri kadının güçsüzlüğü. Bu varsayım şiddetin erkeklere toplumsal olarak verilmiş bir imtiyaz olduğunun görülmesini engelliyor. Diğer bir varsayım ise “sorunlu” ve ya “kötü” erkeklerin şiddet uyguladığı. İyi erkek kötü erkek ayrımı yine aynı şekilde şiddeti yapısal olarak ele almayı engelleyip tekil şiddet eylemlerine odaklanılmasına neden oluyor. Ertürk aynı zamanda şiddetin çok geniş bir tanımının yapılmasının, başka bir deyişle “her şey şiddet” yaklaşımının da kadına yönelik şiddet kavramının taşıdığı anlamın etkisini azalttığına vurgu yaptı. Kadına yönelik şiddet toplumsal cinsiyetten ve toplumdaki farklı iktidar ilişkilerinden bağımsız düşünülemeyeceği için, kadına yönelik şiddete müdahale etmek aslında toplum ve ataerkil sistemin bütününe müdahale etmek anlamına gelecektir. Ertürk’e göre devletler bu sebepten ötürü kadına yönelik şiddete çok fazla müdahale etmek istememektedirler.

Ertürk konuşmasını kadına yönelik şiddetle mücadele etmek için farklı kurumların üstüne düşen sorumluluklara değinerek bitirdi. Devletin üstüne düşen sorumluluk, kadın haklarını ve şiddet konusundaki yasal düzenlemeleri istikrarlı bir şekilde gündeminde tutmak, uygulamalarda karşılaşılan sorunları gidermeye yönelik somut adımlar atmak ve bu süreçlerde feminist gruplarla işbirliği yapmaktır. Akademinin temel sorumluluğu ise bu alandaki kuramsal çalışmalara öncelik vermek teori ile somut yaşantı arasındaki bağı kurmaya yönelik çalışmalar yapmaktır. Son olarak, kadın hareketinin sorumluluklarına değinen Ertürk, kadın hareketinin nasıl bir vizyon geliştireceğini tartışması gerektiğini belirtti. Feministlerin liberal haklar söylemine nasıl yaklaşacaklarını, kadın erkek eşitliği anlayışlarının bu liberal söylemle mi sınırlı kalacağını, kadına yönelik şiddetin bir hak mücadelesinin ötesinde nasıl değerlendirileceğine dair ciddi tartışmalar yapması gerektiğini belirtti.

Konferansın ilk oturumunun “Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele ve Kazanımlar” başlıklı birinci bölümünde ilk konuşmayı Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Nükhet Sirman yaptı. Kadın Sığınakları Kurultayları’nın sonuç bildirgeleri üzerine kurduğu konuşmasında Sirman, kurultayların Türkiye’deki kadın hareketinin en büyük başarılarından birisi olduğunu vurguladı. Bu bildirgelerdeki en önemli özelliğin kadına yönelik aile içi şiddetin toplumsal genişliği ile birlikte ele alınması ve kadının soyut bir kategori olarak değil, tersine yaşadığı toplumun içine yerleştirilmesi olduğunu belirtti. Aile içi şiddet böylece sadece aile ve aile bireyleri ile sınırlı bir şekilde ele alınmamış, toplum ve devlet yapılarıyla ilişki içersinde değerlendirilmiştir. Şiddet soyut bir şekilde değil, gündelik hayatın gizli yerleri gündeme getirilerek ele alınmıştır. Aynı zamanda yasalar ve yasaların uygulanmasına dair kadınların eleştirileri de bu bildirgelerde yerlerini almışlardır. Sonuç olarak, Sirman’a göre kurultay sonuç bildirgeleri kadına yönelik şiddeti teorinin, gündelik hayatın ve Türkiye gündeminin iç içe ve birbirleriyle ilişki halinde ele alındığı metinler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Nükhet Sirman konuşmasının ikinci yarısında ise Ertürk’ün belirttiği kavramsallaştırma eksikliğine dikkat çekti, Türkiye’de aile içi şiddeti tartışabilmek için “aile”nin varsayılmaması gerektiğini söyledi. Ailenin yasalarda nasıl ele alındığı, aile ile ilgili toplumsal tahayyüllerin nasıl şekillendiği ve bunların hayatlarımızı nasıl etkilediği önemli sorular olarak karşımıza çıkıyor. Sirman 2002’de Medeni Kanun’da yapılan değişiklikleri örnek olarak verdi. Bu değişikliklerle, örneğin, artık “aile reisi” yok; bir anlamda aile içinde kadın erkek arasında bir eşitlik getirildi. Ancak Anayasada aile toplumun temel birimi olarak görülmeye devam ediyor; erkekler kanunda ailenin reisi olmasalar da pratikte aileyi de devleti de yönetmeye devam ediyorlar ve aile ile devlet arasındaki kurulu bu ittifak bozulmuyor. O halde feministler olarak nasıl sorular sormamız gerekiyor? Sirman’a göre yasalarda yapılan değişikliklerin aile ve devlet arasındaki ilişkileri nasıl etkilediği sorulması gereken sorulardan Geleneksel aile ve modern aile kutuplaşmasının ötesinde, Türkiye’deki aile yapılarının nasıl tanımlanabileceği ve gündelik hayatı nasıl belirlediği bakılması gereken alanlardan bir diğeri. Bunların dışında, aile değerleri nasıl tanımlandığı ve bunun üstünden ne gibi söylemler üretildiği, ne gibi yasal mekanizmalar kurulduğu yine feministlerin tartışması gereken konular arasında yer alıyor. Devletin “güçlü aile”ye yaptığı vurgu ile sosyal harcamalara devletin para ayırmaması ve sosyal harcama eksikliğinden kaynaklanan sorunların aile ilişkileri içersinde çözülmesinin Türkiye’deki aile yapılarını nasıl etkilediği tartışılması gereken alanlar arasında. Ya da “aileyi korumak” adına kadın ve LGBTT haklarının görmezden gelinmesi feministlerin bu konuya nasıl yaklaşacakları ve bu konuda nasıl bir politika geliştireceklerini de belirliyor.

Aile içi şiddet tartışılacaksa, ailenin Türkiye toplumunda nasıl bir yere oturduğu son derece önemli bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Sadece aile değil, aynı zamanda birey, birey ve toplum ilişkisi de bakılması gereken alanlar arasında yer alıyor. Nükhet Sirman, Belgin Tekçe’nin yaptığı çalışmaya[2] referans vererek şöyle bir örneği dile getirdi: Belgin Tekçe’nin çalışmasında, görüşme yaptığı kadınların bazıları “görücü usulüyle evlenmeyi tercih ettiklerini” söylerler. Batılı birey-aile-toplum algıları içersinden baktığımızda bu paradoksal bir durum olarak görülür. Çünkü görücü usulü bireyi yok sayan, ailenin birey üzerinde kurduğu bir baskıya işaret eder. Ancak bu çalışmada kadınların bunu tercih etmesi Türkiye’de birey-aile-toplum ilişkisine farklı bir perspektiften yaklaşmamız gerektiğini gösterir. Aile bireylerin, kadınların reddettikleri bir kurum ya da ilişkiler ağı değil, kimi koşullarda bireyi ya da kadını güçlendiren bir yerde duruyor olabilir. Bu örnekten de hareketle Nükhet Sirman Türkiye’de feministlerin belli kavramları varsaymamaları gerektiğini, kadına yönelik aile içi şiddeti konuşacaksak bunu nerede olduğumuzu bilerek yapmamız gerektiğini ve aile, birey ve birey toplum ilişkisinin nasıl tahayyül edildiğinden bağımsız bir şekilde bunu yapamayacağımızı vurgulayarak konuşmasını bitirdi.

Birinci oturumun bir diğer konuşmacısı Almanya’dan Alice Salomon Hochschule, University of Applied Sciences’dan Prof. Dr. María do Mar Castro Varela’nın sunumu Almanya’daki göçmen kadınların deneyimlerini merkeze alarak sığınak deneyimleri ve burada karşılaşılan çeşitli sorunlar üzerineydi. Göçmen kadınların şiddete uğradıkları zaman karşılaştıkları yasal zorluklar kadar farklı toplumsal baskılara da değinen María do Mar Castro Varela sadece göçmen kadınlar için açılan çok kültürlü sığınma evi deneyimini paylaştı. Bunun yanı sıra Almanya’daki sığınma evlerinin artık devlet hizmeti olduğundan hiçbirisinin feministler tarafından işletilmediğini ve durumun getirdiği artı ve eksilerin feminist hareket açısından iyi değerlendirilmesi gerektiğini vurguladı.

Birinci oturumun birinci bölümü Ayşe Gül Altınay’ın Yeşim Arat ile birlikte yaptıkları ve “Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet” adıyla kitaplaştırdıkları çalışmanın sunumu[3] ve İstanbul Feminist Kolektif’ten Meriç Eyüboğlu’nun Kadın Cinayetlerine İsyandayız kampanyası üzerine yaptığı sunumla[4] sona erdi.

Birinci oturumun “Uygulama Örnekleri ve Bütçe Sorunu” başlıklı ikinci bölümünde kadına yönelik aile içi şiddet konusunda yapılan çalışmalar ve bunların bütçelendirmesinde karşılaşılan sorunlara değinildi. Kadının Sosyal Statüsünü Geliştirme (KSGM) Daire Başkanı Olcay Baş yaptığı konuşmada KSGM’nin bu alanda yürüttüğü çalışmaları ve yayınladığı raporları paylaştı. Oturumun ikinci konuşmacını İçişleri Bakanlığı Kadın Sığınma Evleri  (Eski) Proje Koordinatörü Nazik Işık yaptı. Işık’ın “Kadına Yönelik Aile içi Şiddetle Mücadelede ‘Gören Göz’ Edinmenin Yolları” başlıklı sunumunun temel vurgu noktası bütçe analizinin feministlerin çok fazla girmediği bir alan olmakla beraber bütçe hazırlama süreçlerinin de cinsiyetlendirilmiş olduğu ve bu sebeple feministlerin de müdahil olması gereken bir alan olduğuydu. Sunum üç genel başlık altında topladı: Bunlardan ilki bütçe analizinin önemiydi. Işık, bütçenin ekonomik ve sosyal politikaların ‘politik irade’ ile buluştuğu yer olduğundan feministlerin de ilgilenmesi gereken bir alan olduğunu, ancak genelde “teknik bir alan”, “bizim anlamadığımız, bizim erişemeyeceğimiz” bir alan olarak nitelendirildiğini söyledi. Bunun çözümünün de cinsiyete duyarlı bütçe hazırlanması ve bunun için toplumsal baskı oluşturulması olduğunu vurguladı. İkinci başlık bütçe ihtiyaç ilişkisiydi Işık bütçe hazırlanabilmesi için ihtiyaçların bilinmesi gerektiğini ve bizim bugün şiddetin sosyal ve ekonomik maliyetini bilmediğimizi belirtti. Son olarak da siyaset ve parti politikalarının analizine değinen Işık, nihayetinde kaynak üreten ve dağıtanların hükümet ve siyasi partiler olduğunu bu sebeple bütçe hazırlanması süreçlerinin son derece ideolojik olduğunu söyledi. Oturum Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Songül Sallan Gül ve Mor Çatı’dan Gülsun Kanat’ın konuşmalarıyla son buldu.

Konferans’ın üçüncü oturumu “Erkek Egemenliğini Güçlendiren Politika ve Uygulamalar” Serpil Sancar’ın sunumu ile başladı. Sancar’ın sunumundaki temel soru şiddet uygulayan erkekle ilgili nasıl bir feminist bakış geliştirilebileceğiydi. Bu alanda Türkiye’deki kavramsal tartışmaların yetersizliğine vurgu yapan Sancar basit bir soru ile başladı: “Erkek şiddeti mi demeliyiz, eril şiddet mi?” Sancar bu noktada eril şiddet demenin daha doğru bir kullanım olduğunu vurguladı ve sunumu boyunca da aslında erkekliğin toplumdaki farklı iktidar ilişkileri içersinde nasıl kurulduğu, şiddetin bu kuruluşla nasıl iç içe olduğunu vurguladı. Sancar’a göre şiddet erkeklerin kimyasal yapılarından dolayı kaynaklanmıyor; feministlerin de bu tür doğallaştırma ve meşrulaştırmalardan uzak durması gerekiyor. Sancar’a göre iki ayrı şiddet olgusu var; biri norm uygulamaya çalışan şiddet (yani devlet) diğeri de kişisel iktidarı uygulamaya çalışan şiddet. Sancar’a göre önemli olan bu iki olgu arasında nasıl bir ilişki olduğu. Sancar, eril şiddetin basit bir boyun eğdirme politikası olarak ele almanın yüzeysel bir yaklaşım olduğunu, şiddeti incelerken aynı zamanda arzu ve tutku gibi farklı yönleri de dahil ederek daha karmaşık bir kavramsallaştırmaya gidilmesi gerektiğini vurguladı. Konuşması boyunca Sancar Türkiye’de kadına yönelik şiddet alanında çalışan feministlerin tartışması ve araştırması gereken pek çok önemli soruya dikkat çekti. Bunlardan ilki kadına yönelik şiddet ile diğer şiddet türleri arasında nasıl bir ilişki olduğu ve farklı şiddet türlerine karşı mücadelenin ayrı ayrı mı yoksa beraber mi yürütüleceğiydi. Bununla birlikte, kadına yönelik şiddet ile ilgili yasal düzenlemeler yaparken genel olarak şiddete dair nasıl bir yaklaşım oluşturulması gerektiği feministlerin politika oluştururken düşünmesi gereken sorulardan bir diğeri.

Sancar’ın açtığı bir diğer önemli tartışma erkeklik ve şiddetin hangi noktalarda iç içe geçtiği üzerine kurulu. Bu anlamda devletin savunma ve güvenlik politikalarına bakmak bu kurumsal politikaların militarizmle ilişkisini irdelemek önemli. Serpil Sancar şu sıralar tartışılan zorunlu askerlik-profesyonel ordu, bireysel silahlanma ve silah ruhsatı edinme yaşı ile ilgili kanun tasarısı gibi konuları bu bağlamda gündeme getirdi. Bunlar doğrudan kadınları ilgilendiren konular gibi gözükmese de Sancar’a göre feministlerin tartışması ve söz ve politika üretmesi gereken konular; nihayetinde kadına yönelik şiddetin toplumdaki şiddet ortamından bağımsız bir şekilde ele alınması eksik bir analize yol açacaktır. Sancar sadece kadına yönelik şiddete odaklanmanın feminist bir analiz ve politika geliştirmede kısıtlayıcı olduğunu, şiddetin nasıl erkeklikler kurduğuna ilişkin bakılabilecek bir diğer alanın erkekler arası şiddet olduğunu belirtti. Eğlence kültürü ya da futbol maçlarında ortaya çıkan şiddet de aile içi şiddetle beraber düşünülmesi gereken alanlar Sancar’a göre.

Oturum, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Hülya Uğur Tanrıöver’in medya ve şiddet ilişkisi üzerine yaptığı sunumun ve ardından Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Vakfından Pınar İlkkaracan’ın konuşmalarıyla devam etti. Konferans “2010’lu Yıllarda Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Stratejileri” forumu ile sonlandı.



[1] Raporla ilgili bilgi almak isteyenler www.ksgm.gov.tr sitesini inceleyebilirler.
[2] Belgin Tekçe 2004 “Paths of Marriage in Istanbul”, Ethnography 5(2).
[3] “Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet” çalışmasıyla ilgili detaylı bilgi için bakınız: http://www.kadinayoneliksiddet.org/
[4] “Kadın Cinayetlerine İsyandayız” kampanyasıyla ilgili detaylı bilgi için bakınız: http://kadincinayetlerineisyandayiz.blogspot.com/


Kadın Cinayetleri

       İncifer Tekeli -Tuğba B. Özenç

Kadına yönelik şiddet "kamusal veya özel yaşamda kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı, ıstırap veren ya da verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem, tehdit, zorlama, keyfi olarak özgürlükten, ekonomik gereksinimlerden yoksun bırakma" olarak tanımlanıyor.
Birleşmiş Milletler (BM) Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi, şiddetin "kadınlara yönelik, toplumsal cinsiyete dayalı ve bir kadına sadece kadın olduğu için yöneltilen , kadınları etkileyen bir şiddet" olduğunu belirtiyor. Dünyada ve Türkiye'de kadınlara yönelik şiddet her geçen gün artıyor. Kadınlar, sokakta, işyerinde, evinde, cezaevlerinde, hastanede, karakolda ,mahkemede,okulda,yurtta kısacası yaşamın her alanında erkek şiddetine şiddete maruz kalıyor.

Yakın zamandan bir örnek...
İşte yine yakın bir zamanda 4 Aralık’ta, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın rektörlerle yaptığı toplantıya dilekçelerini ulaştırmak isteyen öğrencilere polisin uyguladığı şiddet sonucunda hamile bir kadın bebeğini kaybetti. Şiddeti ve ölümü kınayan ortak bir bildiri yayınlayan 18 kadın örgütü, olayın fail ve sorumlularının yargılanmasını, bu suçun devlet, emniyet ve medya içindeki tüm destekçilerinin kadınlardan ve kamuoyundan özür dilemesini istedi[1] Bu bildirinin çok yerinde bir şekilde işaret ettiği şey, hamile bir kadının bebeğini kaybetmesinin acısını içtenlikle paylaşmakla birlikte, bu kaybın kamuoyunda lanse ediliş biçimindeki pornografik merakın ayrıntıları, sunî duygusal kucaklamalar ya da aşırı muhafazakar karşılamalar değil meselenin özüne yapmış olduğu vurgular ve sonda sorduğu son derece haklı sorudur:
-Her tür demokratik örgütlülük, talep ve tepkinin umut ve coşku yerine şiddetle karşılandığı, bu şiddetin meşrulaştırıldığı ve desteklendiği,
- 19 yaşın çok altında zorla evlendirilen, çocuk doğurmak zorunda bırakılan on binlerce kadının yaşadıkları görmezden gelinirken, 19 yaşı kendi rızasıyla çocuk sahibi olmak için erken bulan çifte standartlı "ahlak" anlayışının siyaset ve medya tarafından yaygınlaştırıldığı,
- Kadınların "kutsal görevlerden" "fıtrata" kadar çeşitli bahanelerle siyasetten ekonomiye hayatın her alanına eşit katılmaktan alıkonulduğu, geleneksel rollere hapsedilmeye çalışıldığı, en temel haklarının her vesile ile tartışma konusu edildiği,
-Kadınların sokak ortasında yakınları ya da devlet güçleri tarafından dövüldüğü, tekmelendiği, tecavüze uğradığı, bıçaklandığı, öldürüldüğü bir hayata tahammül edemiyoruz. Peki ya siz? [2]

  Şüphesiz son maddedeki sorunun muhatapları şiddeti uygulayan, destekleyen ve bunu sürdürenler yani ataerkil sistemin kendisi yada uzantıları  değildir. Bilhassa bildiride de dendiği gibi kadına yönelik  şiddet ve cinayetler karşısında susan ve tepkisiz kalan herkesi  bu sisteme karşı durmak , mücadele etmek için çağırmaktır esas olan. Çünkü kadına yönelik şiddetin her türlüsü her daim görünmez kılınmış, bazen namus bazen töre, bazen aşk, bazen de aile gibi kılıflara sarılarak sıradan üçünü sayfa haberlerine indirgenmeye çalışılmıştır. 


Dolayısıyla yukarıda resmi dille tanımı yapılan ve örneklendirilen kadına yönelik şiddet sarmalının vardığı en üst noktada ‘kadın cinayetleri’ karşımıza çıkmaktadır. Buz dağının görünen kısmı olan bu durumu biraz da elimizdeki rakamlarla ifade etmeye çalışmamız gerekirse; Adalet Bakanlığı verilerine göre kadın cinayetleri son 7 yılda yüzde 1400 arttı. 2002'de 66 olan kadın cinayeti, 2007'de 1077'ye, 2009'da ilk 7 ayında 953'e ulaştı. Resmi olmayan verilere göre 2009'da 1126 kadın öldürüldü.

     Emniyet Genel  Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığının verilerine göre de; 2010 yılının ilk 7 ayında 226 kadın öldürülmüş ,bu rakam 2009 da 953 olarak açıklanmıştı.
Eskişehir üniversitesinin 1998-2006 yıllarını kapsayan çalışmasına göre ise, 8 yılda 5673 kadın intihar etmiştir. Kayıtlara intihar olarak geçirilenleri dahil edecek olursak ‘kadın cinayetleri’ nin görünmeyen kısmının çok daha büyük rakamlara ulaştığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kadın cinayetleri politiktir!

“Biri boşanmak isteyen, diğeri cilveli saat soran, öteki piercing takan, bir başkası beyaz tayt giyen, yine bir başkası da sevişmek istemeyen eşini öldürmüş… Cinayetler hep kadın cinayetleri. Hepsinin ölüm gerekçeleri farklı görünüyor, ama aslında aynı. Bu kadınların hepsi, kadın oldukları için ve cinsiyet rollerinin dışına çıktıkları için öldürüldüler.”

Kadın cinayetlerinin dava dosyalarında görülen ‘gösterilen’ sebepler ne olursa olsun, gerçeğin ataerkil sistemin onlara yaşama hakkı tanımaması olduğunu ve cinayete kurban giden ya da intihara zorlanan kadınların seçilmiş değil, yalnızca kadın oldukları için öldürülmüş olduğunu biliyoruz. Halbuki namus cinayetleri, ülkenin batısında da doğusunda da, kuzeyinde de güneyinde de, kadına ve kadın bedenine dönük şiddetin bir uç versiyonu, şiddeti kadın bedeninin ortadan kaldırılması noktasına götüren bir çeşididir ve bu anlamda, koskoca bir şiddet kültürü tablosunda, buz dağının görünen kısmıdır.

Namus- Töre –olmadı haksız tahrik!

Namus’ adına işlenen kadın cinayetleri dünya üzerinde yer alan pek çok devletin temel özelliğini belirleyen özel mülkiyet kültürünün, ataerkilliğin ve sömürü düzeninin ayrılmaz bir parçasıdır. Namus çok kişiye yada belirli bir zümreye özgü bir kavrammış gibi görünmesine  rağmen, namus yüzünden öldürmek çok evrensel bir olgudur[3]. Buna rağmen, neredeyse evrensel bir biçimde, pek çok ülke kadın cinayetlerini namus cinayetleri ile birleştirip sorunu coğrafyasından soyutlayarak kendi doğusuna havale etmek eğilimindedir. Durumu din ya da gelenek söylemleri içinde hapsederek, namus suçları ya da cinayetlerini diğer ataerkillik biçimlerinden ayırmaktadır. Bu da çeşitli iktidar biçimlerinin doğallaştırılması yönünde bir manevra alanı yaratmaktadır. .Oysaki Bu suçlar farklı toplumlara, dinlere ve Arjantin, Ekvator, Guatemala, Hindistan, İran, İsrail, Ürdün, Lübnan, Pakistan, Filistin, Peru, Suriye, Türkiye ve Venezüella dahil olmak üzere çeşitli ülkelere yayılmıştır.
“Namus suçları” Batı da ise çoğu kez “ihtiras suçları”na konu olmaktadır. Karar suça göre değil; failin duyguları üzerinden verilmektedir. Örneğin 1999’da Texas’ta bir hâkim, bir adamı 10 yaşındaki çocuğunun gözü önünde karısını öldürmek ve sevgilisini yaralamaktan 4 ay hapis cezasına çarptırmış. Bir “namus cinayeti ” n de olacağı gibi zina, bu davada da hafifletici neden olarak görülmüştür. ABD gibi bireyci toplumlar namusu kişiyle ilgili olarak konumlandırma eğilimindeyken “namus cinayetleri” ne göz yumabilen   topluluklar da ise namusu aile, aşiret veya klanda konumlandırmaktadırlar. “Namus cinayetleri”  bu sebeple kamu desteğiyle -hatta bazen kadının ölümüyle büyük felakete uğrayan aile gibi gruplarca- icra edilmektedir.
Bu bağlamda Namus kavramı üzerine tartışmaya değer bir başka bakış açısı da  Namus Cinayetleri- Töre değil Ataerki”[3] adlı kitabın tanıtım yazısında bahsedildiği gibi töre ve namusun geleneksel tanımlarından cinayet kelimesiyle bu yoğunlukta eşleşecek bir anlam çıkarmak mümkün değildir. O halde tanımların içlerinin boşaltılarak bir nevi mutasyona uğratıldıklarının kabulü gerekir”, saptamasıdır.
Türkiye’de  ve de dünyada feminist çevrelerce   namus  ,töre,ihtiras suçları  gibi çeşitli  kavramlar üzerine yapılan tartışmalara, Türkiye de kadın örgütlerinin uzun yıllar süren mücadeleleri sonucunda TCK ve Medeni Kanunda  değişen bazı kanun maddelerine rağmen, sistemin erkeği ve erkekliği korumak üzere yapılandırılmış olduğunu görmekteyiz.Bu cinayetlerin ön takısı namus töre yada ihtiras ne olursa olsun hepsinin kadın cinayeti olduğunu ,ataerkil sistemin kadın katliamlarının biz kadınlar dur demediğimiz sürece ,durmadan sistem tarafından korunacağını  biliyoruz.Bunu  bir kez daha anlamamıza sebep olan şey haksız tahrik indiriminin ‘kadın cinayeti’ davalarında devreye sokulmasıdır.

      Burada TCK’daki düzenleme şekline bakacak olursak, madde 29 şöyle diyor: “Haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında suç işleyen kimseye, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine on sekiz yıldan yirmi dört yıla ve müebbet hapis cezası yerine on iki yıldan on sekiz yıla kadar hapis cezası verilir. Diğer hâllerde verilecek cezanın dörtte birinden dörtte üçüne kadarı indirilir.”

            Yukarıdaki ceza indiriminin uygulanabilmesi için;

1)      Mağdurdan kaynaklanan tahrik edici bir fiil olmalıdır.
2)      Fiil haksız olmalıdır.
3)      Fiil failin öfke ve üzüntü duymasına yol açmalıdır.
4)      Fâil haksız tahrik nedeniyle tepki olarak bir suç işlemelidir.
  Ve bu şartların tamamının oluşması gerekmektedir. Bu şartlar arasında ‘fiil haksız olmalıdır maddesi ‘tahrik indiriminin uygulanabilirliği açısından gözden kaçırılmaması gereken bir noktaya işaret ediyor. Çünkü bir fiilin haksız olabilmesi için hukuk sistemi açısından tasvip edilmemesi gerekmektedir. Haksız tahrik indiriminin uygulandığı dava dosyaları incelendiğinde, haksız bulunan fiilin toplumsal değer yargıları , örf, adet ve gelenek gibi ataerkil sistemin düşünce uzantıları aracılığıyla haksız bulunabilecek fiiller olduğu açıkça görülmektedir. Bu nedenledir ki, haksız tahrik indirimi ataerkil sistemin yürütücüsü olan hakimler tarafından kadın katillerinin korunması için sıklıkla uygulanmaktadır. [4]


Kadın cinayetlerine uygulanan tahrik indirimleri   hukuk sisteminin ne kadar cinsiyetçi olduğunun bir göstergesidir. Nitekim AİHM de bu yıl Türkiye’ye aleyhine verdiği bir kararda, “Mahkemelerin cinsiyetçiliği ve bu konudaki edilgenliği kadın yaşamına kastediyor.” diyerek mahkemelerin cinsiyetçiliğini tescilledi!

Haksız tahrik indirimi ısrarlı takip gerektirir !

Feminist hareket bir yılı aşkın bir süredir “kadın cinayetleri politiktir” şiarıyla başladığı bir kampanyayı sürdürmeye çalışıyor. Bu kampanya ile cinayetlere dikkat çekmeye çalışırken, pek çok dava takibi, şiddete uğrayan kadınlarla, öldürülen kadınların aileleri ile dayanışma ve pek çok da eylem gerçekleştirildi. Bu kampanya dahilinde İzmir’de Feminist-iz, Ankara’da Ankara Kadın Platformu, Feminist-biz ve İstanbul’da içinde siyasi grup ve partilerden kadınların da bulunduğu “Kadın Cinayetlerini Durduracağız” platformu ile İstanbul Feminist Kolektif aylardır bu gündemle toplanıp eylemler örgütlüyor.

2004 yılında öldürülen Güldünya Tören davasından bu yana, kadın örgütleri kadın cinayeti davalarına müdahillik taleplerini dile getiriyorlar. Ancak müdahillik talepleri, kabul edilmemesine rağmen bu davaların kadın örgütleri ve feminist avukatlar tarafından ısrarlı takip edilmesi sonucunda davaların hiç birinde haksız tahrik indirimi  uygulanmamıştır.[5]
Kadın örgütlerinin bu kazanımı , daha örgütlü, daha yaygın  ve uzun süreli yapılacak eylem ve kampanyalarla birlikte kazanımlarımızın artacağının sinyallerini vermektedir. 13. Kadın Sığınakları Kurultayında bir araya gelen, feministler, kadın örgütleri olarak kadın cinayetlerini tartışmak ataerkil sistemin zeminlerini tartışmak demektir diyerek, sizleri selamlıyoruz.

 ------------------------------------------------------------
[3] Namus Cinayetleri / Töre Değil Ataerki- Avukat Canan Arın, Avukat Safiye Vardarlı, A. İnci Beşpınar, Prof. Dr. Belkıs Kümbetoğlu, Prof. Dr. Tamer İnal- Kazancı Kitap/ 2010/ 1. Basım
[4]19 Şubat 2009 
Bursa’da boşandıktan sonra tekrar birlikte yaşadığı eşi Arzu Civil’i  22 yerinden bıçaklayarak öldüren tekstil işçisi Yavuz Özcan’ın yargılaması sona erdi. Bursa'da, 9 yıllık eşini internette izlediği porno filmdeki kadına benzettiği için 22 yerinden bıçaklayarak öldürdüğü iddia edilen dokumacıya tahrik indirimi uygulayan mahkeme, 18 yıl hapis cezası verdi.  
09 Nisan 2009   
İzmir'in Karşıyaka ilçesinde, kendisini aldattığını ileri sürerek tartıştığı eşi Serap Himmetoğlu’nu 14 yaşındaki kızının gözleri önünde, boğazını keserek öldüren Adnan Himmetoğlu ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle yargılanıyordu. Eşinin kendisini aldattığını bunu tartışma sırasında da kendisine söylediğini, ayrıca yine tartışma sırasında eşinin kendisine küfür ettiğini ileri süren Adnan Himmetoğlu ağır tahrik indirimlerinden de yararlanarak mahkeme heyetince, 17 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.  

2 Mart 2010

Antalya'da 2008'in Kasım ayında cinsel ilişki isteğini reddettiği için kendisine hakaret eden eşini boğarak öldürdüğü iddia edilen emekli imam Ali İhsan Karataş, ''Kasten yaralama sonucu ölüme sebebiyet vermek'' suçundan 8 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldı.Mahkeme, sanığı, önce eylemi nedeniyle ''Kasten yaralama sonucu ölüme sebebiyet vermek'' suçundan 11 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırırken, eşinin söylediği sözleri ise kışkırtma sebebi kabul etti. Mahkeme heyeti, ölen Durdu Karataş'ın, kendisiyle yorgun olduğunu söyleyerek cinsel ilişkiye girmeyen eşi Ali İhsan Karataş'a ''Sen artık erkek değilsin'' gibi çeşitli sözleriyle ilgili cezada tahrik indirimi de uygulayarak, sanığı toplam 8 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırdı.
22 Haziran 2010
Ayrı yaşadığı eşi 3 çocuk annesi Hanife Ertaş'ın evine gidip,  44 yerinden bıçaklayarak öldüren  Yaşar Ertaş Samsun 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandı. Mahkeme heyeti, sanığı Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 82/1-b maddesine göre önce ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptırırken, ceza TCK’nın 29/1 maddesine göre tahrik nedeniyle 18 yıl 4 aya indirildi
30 Eylül 2010
Bursa'da eşi ve kızını beylik silahı ile öldüren polis memuru Ali Şeker'in yargılandığı davada karar çıktı. Ağır Ceza Mahkemesi´nde, "kasten eşini ve kızını öldürmek" suçundan çifte müebbet hapis talebiyle yargılanan polis memuru Ali Şeker,   kızı Ceyda Şeker´i orta şiddette tahrik altında öldürdüğü gerekçesiyle 17 yıl 6 ay hapis, eşi Hatice Şeker´i ise hafif tahrik altında öldürdüğü için de 20 yıl hapse mahkum etti. Sanık, sonuç olarak 37 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı
 [5]Güldünya Tören
Bakırköy 
Umut adını verdiği oğluyla ailesinden saklanan Güldünya Tören, kendisini bulan kardeşlerince bacağından vurulmuş, hastaneye kaldırılmıştı. Polis koruması talep eden Tören'e hastanede koruma sağlanmamıştı. kardeşleri hastaneye gelerek başından silahla vurarak Güldünya Tören'i öldürmüşlerdi (27.02.2004) Güldünya’nın kardeşlerinden İrfan Tören müebbet, Ferit Tören 23 yıl hapis cezasına mahkum oldu.
(15.11.2007) Sevim Zarif
Üsküdar 
Sevim Zarif  ve eşi Halil İbrahim Zarif , Sevim’in 11 yıl önce ayrıldığı kocası Yaşar Özcan tarafından katledildiler.  ( 22.07.2007) Yaşar Özcan iki kez ağırlaştırılmış ömür boyu hapse mahkûm oldu, (15 Ekim 2008) 
Pippa Baca
Kocaeli 
Pippa Bacca ismiyle tanınan İtalyan sanatçı Giuseppina Pasqualina Di Marineo  barış yolculuğuna çıkmıştı.    Gebze’de arabasına bindiği Murat Karataş tarafından önce tecavüze uğradı, sonra öldürüldü. (31 03.2008) Murat Karataş, ‘Suçu gizlemek amacıyla kasten adam öldürmek’ suçundan ömürboyu hapis cezasına çarptırıldı. (24.06.2009) 
Ayşe Yılbaş
İstanbul 
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi 5. sınıf öğrencisi eşi Ayşe Yılbaş Özmen, ayrılmak istediği eşi Hüseyin Güneş Özmen tarafından hastanede 12 kurşunla katledildi. (22.02.2008) Hüseyin Güneş Özmen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkum oldu.(22,07.2009) 
Satı Korkmak
İstanbul Kartal
Satı Korkmak, eşi  Hasan Korkmak, tarafından televizyon kablosuyla boğarak öldürüldü.(14.02.2009)  Hasan Korkmak ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkum oldu.(17.11.2009) 
Demet Eygi
Adana 

Öğretmenlik yapan 24 yaşındaki Demet Eygi,  Hüseyin Ayyıldız ile kısa süren ilişkisini bitirince; Hüseyin Ayyıldız tarafından evinin önünde bıçaklanarak öldürüldü. (7 Kasım 2009) Mahkeme heyeti önce ömür boyu hapis cezası verdiği sanığın duruşmadaki iyi halini göz önüne alarak süreyi 25 yıla indirdi.(4 Ekim 2009)


Erkeklerin Sevgisi Her Gün 3 Kadını Öldürüyor!

http://www.feminisite.net/tmpl/default/images/none.gif
İstanbul Feminist Kolektif / 11 Kasım 2010
Erkeklerin Sevgisi Her Gün 3 Kadını Öldürüyor!

Kadın Cinayetlerine İsyandayız!

2009 yılının ilk 7 ayında 953, 2010 yılının ilk yedi ayında ise 226 kadın öldürüldü.

Bunlar resmi rakamlar. Kadın örgütlerinin çalışmaları gösteriyor ki bu kayıtlar dışında yüzlerce kadın da erkek şiddeti ve baskısıyla intihara zorlanarak “öldürülüyor”.

Türkiye’de son yıllarda kadın cinayetlerinin sayısı bir cins kıyımından, kırımından söz edebileceğimiz boyutlara ulaştı.

Katiller uzakta değil Hanemizde !

Koca, baba, erkek kardeş, abi, sevgili, ayrıldığı eş, amca, dayıları tarafından katledilen kadınların haberleri her gün gazetelerin 3. sayfalarında... Hayatlarımızı alan erkek şiddetinin adı hep “cinnet” , “sapıklık” , “delilik”, “hastalık”, “işsizlik”, “onur”, “gurur” , “namus” oluyor. Ya da boşanmak istemek, tuzluk uzatmamak, iftara yemeği hazır etmemek, telefonla mesajlaşmak, izinsiz annesine ziyarete gitmek, sık banyo yapmak, sürekli makarna pişirmek, çocuğunu göstermemek… Canımıza kastedenlerin hep bir “bahanesi” var ama belli ki biz kadınların hayatlarının bir “değeri” yok! Zira her gün üç kadın öldürülen bir ülkede, cins kıyımdan/ kadın katliamından söz edilip, meclisin olağanüstü toplanacağını sanırsınız. Oysa Yasamanın, Yürütmenin böyle bir gündemi, kadın cinayetleri son yedi yılda % 1400 artarken durdurmak için bir eylem planı yok!

Medyada ise kadın cinayeti haberleri, 3. sayfalarda, katillerin beyanını esas alan, kadın cinayetlerini ‘aşk cinayeti’, ‘kıskançlık cinayeti’ ‘namus cinayeti’ gibi katillerin dilinden aktararak sıradanlaştıran ve meşrulaştıran bir dille yer alıyor.

Her gün 3 kadın öldürülüyor, dahası da intihara zorlanıyorken bunu dikkate almayan, önlem almayan, çeşitli gerekçelerle meşrulaştıran tüm ilgili kurumlar ve kayıtsız kalan herkes suç ortağı!

Kadın Cinayetlerinin son bulması için Acil önlem alınmasını istiyoruz!

Başta Başbakanlık olmak üzere, İç işleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Aileden ve Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı, Emniyet Müdürlüğü, mahkemeler, savcılıklar, valilikler ve belediyeler yani tüm ilgili kurumlar tarafından 

—kadın-erkek eşitliği tartışmaya açılmaksızın fiili olarak hayata geçirilsin.
—kadınlara yönelik her tür şiddet, baskı ve ayrımcılığın önüne geçmek ve kadınların yaşam haklarını garanti altına almak üzere gerekli tüm adımlar atılsın.
— kadın örgütleriyle birlikte kadın cinayetlerinin sona ermesi için acil bir eylem planı hazırlanarak uygulamaya geçirilsin. 

Kadın cinayetleri davalarında ‘haksız tahrik indirimi’ =‘erkeklik indirimi’ uygulanmasın.

Şiddet gören, ölümle tehdit edilen kadınlar karakol, adliye, jandarma kapılarından ‘aile meselesi’ denerek geri gönderilmesin, tüm yasal haklarını kullanmalarının sağlanması yanında özel önlemler alınarak koruma altına alınsın.

2006/17 sayılı Kadın ve Çocukları şiddetten korumak için çıkartılan Başbakanlık Genelgesi uygulamaya konulsun.

Sığınma evlerinin sayısı 38’den ivedilikle 3800’e, kısa sürede her 7500 kişilik nüfusa bir sığınma evi düşecek sayıya getirilsin.

Acilen tüm bu önlemlerin alınmasını istiyoruz çünkü kaybettiğimiz her gün 3 kadın daha öldürülüyor!
İstanbul Feminist Kolektif'in eylem videoları ve ilgili haberler: